Klasik fıkıh tarihi deyince fıkıh ilmine az çok aşina olan herkesin aklında şablonlar birbirine benzer. Çünkü bu ilim dalında öğretilen tarih müfredatı istisnalar hariç yıllardır aynı: Peygamber Devri, Sahabe Devri, Tabiin Devri, Mezhepler, Duraklama Devri, Taklit Devri, Kanunlaştırma Hareketleri ve Yeniden Uyanış. Sadece başlıklara bakarken bu dönemlendirme tasnifi bilim tarihi algısından uzak; siyasi bir devletin tarihi serüvenini andırıyor. Bir ilmi disiplinin doğuşu, gelişimi ve disiplin haline gelmesi doğaldır. Ancak duraklama ve taklit kelimelerinin ifade ettiği anlam üzerinde iyiden iyiye düşünülmesi gerekir. Duraklama ve taklit devrinin içinde bulunduğu zaman açısından dünyada kaydedilen ilmi gelişmelerden bağımsız değerlendirmenin ne kadar objektif olduğu tartışılır.
Konuyla ilgili olarak Tefakkuh Okulu'nda aylarca yapılan müzakere ve araştırmalar bize bambaşka bir bakış açısı kazandırdı. Bu yazının amacı da bu müzakerelerin zihnimize kazandırdığı düşünsel farkındalık ve zenginliği kısaca gözler önüne sermektir.
İlmi araştırmalarda analitik ve çok yönlü okumanın bireye kazandırdığı zenginlik onu klasik kalıplarda düşünmekten kurtarır. Farklı ve çok kutuplu düşünme imkânı sağlar. Söz gelimi fıkıh ilminin ilk kaynakları nedir? sorusuna cevap arayalım. Klasik metinler ilk kaynakları Hz. Peygamber ile başlatmazlar. O metinlere göre hicri 2. yüzyıl ilk müstakil fıkıh kitaplarının yazıldığı tarihtir. Peki fıkhın en kritik kaynağı Hz. Peygamber hayattayken hiç fıkıh tedvini yok mudur? Klasik ve geneli oryantalist düşüncenin hâkim olduğu metinlerde bu sorunun cevabı “hayır”dır. Peki böyle bir kabulle fıkıh ilmine bakınca ne değişir?
Öncelikle fıkıh ilminin asıl kaynağından kopuk, tamamen diğer semavi ve yerel dinlerin hukuk birikimi üzerine inşa edildiği kabul edilmiş olur. Bu da aslında bir ilim dalının orijinalliği adına metodolojik bir problemdir. Peki tefakkuh okumalarında sonuç değişti mi? Evet. Fuat Sezgin İslam Bilimler Tarihi Ansiklopedisi'nde Fıkıh bölümünün ilk kaynaklar hakkında kanıtlanmış ve çok zengin belgeler sunduğunu bu müzakerelerde değerlendirme fırsatı bulduk. Bu, zihnimizde “kopuk tedvin tarihi” hakkında anlamlı bir düşüncenin gelişmesini sağladı. Eldeki verilerle, klasik fıkıh tedvin tarihinin aksine Hz. Peygamber devrinde ilk yazılı fıkıh kaynaklarının olduğu gerçeğini keşfetmiş olduk.
Gelelim başka bir müzakere konusuna. Klasik fıkıh tarihi metinlerinde müfredatın merkezini tutan bir diğer düşünce de Moğol istilasıyla İslami ilimler ve fıkıh ilminin uzun bir taklit dönemini yaşadığı savıdır. Bu kabulün zemininde yatan etkileri farklı ve zengin bir araştırmayla yeniden değerlendirildiğinde ortaya çıkan tablonun klasik kabulden farklı bir kimliğe sahip olduğu görülmüştür. Taklit dönemi adını koyanlara göre fıkıh tarihinin bu döneminde orijinal eserler yazılmamış, önceki dönemde kaleme alınan otoriter eserlerin izah ve şerhi ile yetinilmiş bir ilmi gelişme söz konusudur. Bu tablonun değerlendirilmesinden önce herhangi bir ilmin gelişim serüveninin bir dönemini “taklit” kavramıyla isimlendirmenin altında yatan akıl ve tarih bilincinin gerçekliği ve objektifliği ne kadar isabetlidir? Bu adlandırmayı ilk defa kim ve neden yapmıştır? Bu soruların ikna edici bir şekilde cevabının verilmesiyle işe başlanması gerekir. Diğer taraftan da herhangi bir ilim dalının kendi disiplinini oluşturma sürecini değerlendirirken bütüncül bir bakışa sahip olmak gerektiği de bir gerçektir. Konuyla ilgili değerlendirmelere geçmeden önce şu sorulara birlikte cevap bulalım.
Bugün hala gerek Batı dünyasında gerekse bizim medeniyetimizde Sokrates veya Platon’un felsefesinin tartışılması ve onları refere ederek bazı felsefi düşünce sistemlerinin yeniden kritik edilmesi bir taklit midir? Cevabınız evet ise sadece felsefe değil dünyada şu an var olan bütün ilmi disiplinlerin zemininde taklit düşüncesinin hâkim olduğunu kabul etmek gerekir. Nihayetinde ilimler doğduğu zemindeki birikimi temel alarak gelişir, sistemleşir ve bir disiplin halini alır. Dolayısıyla kurucu metinlerin açıklama ve ihtisarlarını basit “taklit” kelimesiyle izah etmek ilimlerin gelişme serüvenini doğru okuyamamak demektir. Kaldı ki fıkıh tarihi açısından sözü edilen dönemde kaleme alınan eserler ve alimlerin ilmi keyfiyetine mercek tutulduğunda yaşanan devrin ihtiyaçlarına cevap vermede yetkin, önceki eserler ile sonraki dönemler arasında doyurucu bir köprü olduğu gerçeği de ortaya çıkmıştır. Bir ilmi disiplinin kendi yazın birikimi üzerinde ortaya koyduğu her yeni malzeme taklit şablonuna girmeyecek kadar onu zenginleştiren ve çağıyla yeniden yorumlayan bir kimliğe sahiptir. Bu anlamda bir tekrar değil yeni bir eserdir.
Bu iki konuyla Tefakkuh Okulu'nun sadece fıkıh tarihi müzakereleri merkezinde kısa bir fikir seyahatine çıktık. Bu yazıda müzakerelerin kazandırdığı zihin ve düşünce zenginliğini, farklı düşünmenin zevkini biraz olsun hissettirmeye çalıştık. Bu yazının sınırlarına sığmayan daha pek çok farklı müzakere ve sorularla dolu bu yolculukta siz de zihin evinize bir tefakkuh penceresi açabilirsiniz.